BEN HEP BAŞIMI OKŞADIĞIN YAŞTAYIM BABA
Bir kere doğmuştum epey yıllar önce…
Garip mi geldi?
Neden?
İnsan yalnızca bir kere mi doğar sizce, ömrünce?
Annesinden,
Kederlerinden,
Sevinçlerinden,
Düşüşlerinden;
Yani ölene dek doğarız aslında, hep yeniden…
Neyse, ne diyordum?
Bir kere doğmuştum hani, ilk doğduğumdu işte; senin kadar, onun kadar, herkes gibi;
Öyle savunmasız, ürkek ve bilinmezliğe bir doğum hani.
Sonrasında her dönüm noktamda tekrar tekrar doğacağımı bilmediğim o gün babam buna çok sevinmişti. Yani sevinmiştir, eminim, yok zerre kuşkum!
Ya da ben öyle zannettim ve bunun böyle olduğunu zannetmek beni yıllar yılı hep çok mutlu etti.
Ve o gün-belki coğrafya, belki kuşak, belki öğretiler belki başka- gösterilmemiş, gösteril(e)meyecek bir sevginin de tarihinin yazıldığı ilk gün oldu.
Belki benzer coğrafyalarda, evlerde ülkelerde de aynı tarihin milâdı oldu.
Çünkü sevgi bir dönem “ayıp” diye gösterilmedi. Evlatlar hep içten, hep uykuda hep kalpten sevildi. Fedakârlığın her türlüsü yapıldı ama iş sarılmaya, öpülmeye, baş okşanmaya gelince hep bir “mesafeli” yaklaşıldı. Sert duruş makbuldü…
Bu asla sevilmedi anlamına da gelmedi. Sadece o sıcacık sarılma, rahatlıkla bir şeyleri paylaşma eylemi gerçekleşemedi.
Malumunuz son yıllarda hepimiz öğrendik bunu aslında az çok biliyorduk da işin ilmini bilenler çıkıp buna paradigma açıklamalar yaptılar.
“Babalar kız çocuklarını çok sevmeli ve bunu fevkalade hissettirmeli”
Benimle aşağı yukarı aynı yaşta olanlar ya da dünyaya daha öncesinde gelmiş olanlar bu “gösterilmeyen sevgi” konusunun ya şahidi ya öznesidirler.
Öznesi olanların hep anlatacak bir iki cümlelik de olsa çocukluk ve ergenlik anısı vardır. İç burkucu ve eksiklik hissine dair.
Yine de konu hep “olsun ya ben inanıyorum sever beni” ye bağlanır. Ama baba kız arasındaki o hep bahsedilen muhteşem iletişim ve duyguyu bizzat yaşamış kız çocukları ise cümleye “neyse ki ya da çok şükür” şeklinde başlarlar. Sonra da “ Ayy dur babamı çok özledim bir arayım “ deyip, “babacımlı” konuşmalarla telefonda konuşurlar.
Birkaç yıl önce fevkalade soğuk bir cumartesi günü çalıştığım kolejin kapısından içeri girdiğimde bir babanın 5-6 yaşlarında kız çocuğuyla vedalaşmasına şahit oldum. Derse geç kalma pahasına öylece adımlarımı yavaşlatıp uzaktan izledim, günlerce zihnimde yer edeceğine inandığım bu sahneyi.
Baba eğildi, kızıyla aynı hizaya geldi, avuç içlerini öptü, kendisinden ayrılmaya pek de gönüllü olmayan bu güzel kız çocuğunun beresini çıkarıp başını okşadı. “Çıkışta seni buradan alacağım, beren ben de kalsın istersen” dedi.
Bunca yaşadım ben böyle güzel bir baba kız vedası görmedim.
İçinde her şey var:
Sevgi,
Güven,
Şefkat,
Değerlik hissi…
İşte babalar kızlarını böyle güzel sevmeli, yetmez!
Özenmeli ve bizzat göstermeli ki, kızlar da hayatları boyunca karşılarına çıkacak erkeklerin göstereceği küçük bir ilgi kırıntısını aşk sanıp, yanlış kararlar vermesinler. Adımlarıyla bastıkları yeri özgüvenleriyle ve duruşlarıyla “inletsinler”
Cümle bile olamayacak insanlardan paragraf yazmasınlar Tabiri caizse “cellatlarını” “kurtarıcı” sanmasınlar.
Kız çocukları “sana inanıyorum, bu da geçecek, ihtiyacın olduğunda yanındayım, kim ne derse desin ben sana inanırım ve güvenirim” sözlerini en çok babalarından duymalılar.
Türkiye ve Orta Doğu coğrafyasında bu söylediğime rastlamak hele bir kuşak için çok zor. Belki bizim kuşak da bu yüzden abartmıştır evlatlarına gösterdiği sevgi ve ilgiyi.
Ne dersiniz?
Sevgi, otorite, isteklerini yerine getirme, yorulmasın diye sorumluluk vermeme, amann ben görmedim o görsün, ben yaşamadım o yaşasın diyerek mevzuyu abartmış da olabiliriz.
Bu da kendi dönemime eleştiri olsun.
Ayrıca bu coğrafyada artık tek dert sevmek, sevgiyi göstermek falan değil korumak, kollamak, yok saymamak da dert!
Oysa kız çocukları büyüse de baba ocağından ayrılsa da babası onun hep ilk kahramanıdır.
Sırtını dayadığı dağ, sığındığı limandır…
Demem o ki babalar kız çocuklarını güzel sevmeli, yalnızca sevmek de yetmez bu sevgiyi çocuğunun kalbine ilmek ilmek işlemeli…
- sahsenem.parlak