Zihnimiz yorgun, ruhumuz çevrimdışı… Dijital dünyanın karmaşasında kendimize yabancılaştık. Belki de artık ekranları değil, iç sesimizi dinleme zamanı gelmiştir.
Çevrimiçiyiz ama bağlantımız zayıf! Bildirimlere yetişmekten iç sesimizi kaçırıyoruz. Sürekli akan dijital bir dünya var ve bizim tek ve daimî hatta ulusal belki de tüm insanlık olarak derdimiz ona yetişmek.
Ekranı olan her şey sürekli şarjda, ruhu olan her şey ise bitik. Birbirimize tanıdık olmayı geçtim, gitgide kendi ruhuna yabancılaşıyor insan.
Zaman fevkalade hızlı, bir süredir… Zaman derken öyle sindirerek, iliklerimizde hissettiğimiz zaman da yok artık
O, “Anı yaşa” Carpe Diem mevzusunu da kapattık. Duymayan varsa hani bir hatırlatayım. Çünkü hepimiz izlediğimiz videonun bir sonraki dakikasına odaklıyız. Söylenen cümlenin bir an evvel bitişine, şarkının en hızlı haline gelişme hatta sonuç cümlesine; yani bir an önce bitirmeye, hep sonraki sonraki daha sonrakine…
İşte böyle amansızca zamanın içinden geçiyoruz ve öylesi acelemiz var ki hani Allah korusun bir uzvumuz yere düşse durup alamayacak kadar meşgulüz. Sorsan yeni bir gezegen, element üzerine çalışıyoruz, kara delik mevzusuna yoğunlaştık yahut insanlığı kurtaracak bir buluş peşindeyiz…
Yok yahu biz sıradan insanlardan bahsediyorum yani normal hayat akışından işte.
Leibniz’in o meşhur sorusu geliyor aklıma:
“Neden hiçbir şey yok da bir şey var?” Sene olmuş 2025 baktığında aslında hayat pek tabii kolaylaştı. Ama hayat çok zor. Sanki her gün biraz daha güç kaybediyoruz. Güne hep 1-0 yenik başlıyoruz. Sanırsın gece birileri bizi alıp fabrikada vardiyalı çalıştırıyor, sabaha bi saat kala da yatağımıza geri yatırıyor. Öyle uykusuz, bitap, gergin bir halde başlıyoruz güne; ne demiştik 06:50
Mutlu olmak için sebepler çok ama biri alıp saklamış gibi hep arıyoruz.
Her şey giderek sığlaşıyor. Muğlaklaşıyor…
Bedenler fena halde yorgun ruhun durumunu ise soran eden yok.
Eskiden günün yorgunluğunu iş güç bitip evimize gelince ayaklarımızda hissederdik. Şimdi ise zihnî bir yorgunluk yaşıyoruz ki dinlenmekle de de geçmiyor çünkü dinlenirken de ellerimiz telefonlarımızda.
Sabah uyanır uyanmaz bir gözümüz henüz açıkken elimizi baş ucumuzdaki komidine uzatıp telefonumuzu alıyoruz. Hatta alarmımızı telefona bakma payını ayarlayarak kuruyoruz. 06.50…
Gece gelen Instagram bildirimleri, sabah gruplardan ve özelden gelen günaydınlı çiçekli kalpli “iyi bir gün olsun” Dilekli mesajlar. Bir iki tane banka, fatura bildirimi vs…
Kaydırmalı ekrandan bize ait olmayan türlü pencereleri açıp her an bir şey kaçıracak olma telaşıyla yaşıyoruz.
Ve en nihayet saat 07.00 kalkış. 10 dakikaya dünyayı küçültüp avucumuza aldık, hadi şimdi gerçek dünyaya, hızlıca hazırlanma vakti.
Ne yani kahvaltıda öyle duvara, birbirimizin yüzüne falan mı bakacağız, sohbet mi edeceğiz?
Yok artık!
Hemen apar topar o esnada izlenebilecek videoyu bulup o işi de tamamlayıp, şarj aletimizi de çantamıza atıp, hadi şimdi gerçek dünyaya…
Antik Yunan filozoflarının bir kısmının üzerinde uzlaştığı bir şey var:
İnsanı daha mutlu ve huzurlu kılan şey, kendi zamanlarını istedikleri gibi kullanabilme kabiliyetleri, kendilerinden daha büyük bir amaca yönelmeleri,
Kendilerini sorgulayabilmeleri ve yanlışlarını düzeltebilme yetileri.
Son durum:
Zamanımızın yönetimini kaybettik, Hiçbir şeye mecalimiz yok
Ve düşünmeye üşeniyoruz.
Misal elimizde biraz taze fasulye, birer soğan, domates ve patates var. Bunlarla hangi yemeği yapabilirim diye yapay zekaya soruyoruz o da Kim bilir içinden “ulan insanoğlu beni sen yaptın ama şimdi en basit şeyi düşünmeye üşenip bana soruyorsun, vallahi de acınacak durumdasın” diyordur.
Neden mi böyle?
Çünkü dijital olarak yorgunuz yahu neden olacak.
Milyon sezonluk diziler, reelsler, şunu ye bunu yeme ya da ilişkide altın kural videoları, 5 adımda başarının sırrı anlatıcıları vallahi yazarken bile yoruluyor insan işimiz ne zor. Zihni bir pertlik hali bu…
Ne uyursan geçecek ne kendini ekranlarla oyalasan. Çünkü ruhunu şarj etmiyorsun. Ruhun şarjı için de buralardan uzaklaşıp doğaya, dijitalsizliğe yönelmelisin.
Bak kesin bilgi arkana bakmadan kaçmalısın çekilir çile değil. Aa bir de bütün bunların arasına giren reklamlar var ki aman Allah’ım!
İşte buna hiç katlanamıyorum:
“Reklamı atla!”
En nihayet çevrimiçiyiz ama hayatta olan bağlantımız zayıf. Sürekli prize takılıyız ama içimiz hep boş.
Ya da içimizde koca bir boşluk var, evet evet en doğrusu bu sanırım.
Ve bunu hedonist Epiküros yüzyıllar önce söylemişti:
“İnsanın mutlu olmasını sağlayan en temel haz dostlukla ve ruhun doyurulmasıyla elde edilmektedir”
Oysa şimdi ne izlersek dolmayan, kendimize neyi eklersek ekleyelim bir türlü tamamlanmayan bir hâl içindeyiz.
Belki de asıl ihtiyaç duyduğumuz şey ekran değil bir duraktır. Sakince soluklanmaktır.
Belki de bir süreliğine çevrimdışı kalmanın zamanı gelmiştir, wi-fi mizi değil iç sesimizi duymayı seçmenin. Bildirimler yerine kendi kalp ritmimizden haberdar olmanın.
Çünkü kalp, çünkü ruh şarj aletiyle değil duraklayabildiğimiz bilhassa sevebildiğimiz anlarla doluyor.
Ve belki de en çok kendimize bağlanmaya ihtiyacımız var.
Çünkü çevrimdışı kalmak bazen hayata yeniden bağlanmanın tek yoludur.
Ve kuşkusuz en gerçek bağlantı kendi içimize, doğaya, hayvana ve insana döndüğümüzde kurulur.
Descartes yaşasaydı eminim o meşhur cümlesini şöyle kurardı:
DÜŞÜNÜYORUM, ÖYLEYSE ÇEVRİMDIŞIYIM...
Ruhunuzun modem ışığının daima yanması ümidiyle, Sevgiler…
- sahsenem.parlak