Hemfikiriz değil mi?
Geçmişin o harikalarını özlüyoruz. Sokaklarda korkusuzca oynadığımız bir şey yiyip içerken zararından kuşkulanmadığımız, komşuyu anahtar bırakırken hesap kitap yapmadığımız, bir yere sadece geç kaldığınız için koşturduğumuz, sakin, yalın ve yavaş zamanlara, hızın gözümüzü kör ettiği şu zamanda büyük özlem duyuyoruz.
Kimse çıkıp bana “ Amann sende” demesin.
Yalınlığın içindeki zenginliği, dolu dolu duyumsayarak, özümseyerek yaşadığımız, bedenimizde ve ruhumuzda daimi bir gerginlik duymadığımız zamanları özlüyoruz işte kabul edelim.
Ruhumuz sıkışık yahu!
Hadi buranın altını çizelim mi?
Üzerinde büyük çoğunluğun uzlaşacağını düşündüğüm diğer konu ise şu:
“ Son Perde!”
Evet Evet doğru okudunuz, son perde.
Defalarca izlemiş olmasına rağmen aynı duygusal sahnelerde akmaya hazır gözyaşına sahip,
Yeni bir şey öğrendiğinde yüzünde bilmenin sevincini taşıyan,
Okuduğu şiirin, hikayenin kendi ile ilgili olan yerin altını çizen,
Dahası şiir okuyan,
Kaliteli müzik dinleyen,
Sevdiği yazarın yeni çıkardığı kitabını büyük heyecanla hemen alıp, ilk sayfasına tarih yazan,
Özlemenin,
Sevmenin,
Kendi dışında biri için üzülmenin,
Paylaşmanın,
Sohbetin,
Dostluğun,
“biriktirmenin”
Emeğin paha biçilmezligini
Vee aşkın,
Ve ayrılmanın,
Küslüğün bile hakkını vermeyi bilen son nesiliz…
Haa bir de zaman kavramı olan!
Tutunduğumuz hatıralar da git gide uzaklaşırken hafızamızdan her şeyde bir vasatlık hakimiyet kurdu.
“ VASATLIKLAR İMPARATORLUĞU!”
Aslına yabancı artık her şey.
Artık hakikat ve hakiki olmayan tamamen birbirine karıştı. Gerçeklik inanılmaz bir şüphe taşıyor. Doğru bildiğimiz “eğri” yanlış diye yapmadıklarımız yok ettiklerimiz bir o kadar doğru!
Buram buram vasatlık kokuyor artık ne var ne yoksa;
Şarkısı ,
Sohbeti,
Mizahı,
Dizisi,
Filmi,
İnsanı, şiiri, aşkı, ayrılığı…
Nesi var ise her şey bitti her şeyin içinden kalite yok oldu bütünüyle. Sanki geri dönülemez bir yoldayız hep birlikte.
Eskiden dün ne yediğimi hatırlamıyorum derdik, şimdi ne anlatıyordum az evvel , “Ayy! kafam çok karıştı, zihnim bulandı” diyoruz, yaş farkı olmaksızın.
Bence günden değil “Şimdi”den uzaklaştık.
Hani hep “An” derlerdi ya sanki “An” bile zamana esir düştü.
Zaman sanki her şeyi silip süpürüyor artık.
Baş döndüren, karşı koyulmaz bir hırs bu;
Kaçınılmaz son belki de…
Alışkın olduğumuz hayat biçimimiz avuçlarımızdan kayıp gidiyor.
Dünya bildiğimiz yer değil artık!
Ben bunu anlayalı beri daha az uyumaya daha fazla şeyler okumaya ve uzun uzun, en sevdiğim tabaklarımla daha keyifli kahvaltılar yapmaya başladım.
Beni kamburlaştıran bazı yaşam telaşlarımı zor olsa da eskimiş işe yaramaz yargılarımı bir kağıda yazıp iyice katlayıp bir derenin akışına bıraktım.
İyi, hoş ve güzel olup bu “vasata” yenik düşen ne varsa kalbimin içine sıkıca sarıp sakladım .
Biliyorum ki bu yeni dönemde kitap yok, kağıt yok, sohbet sarılmak, dokunmak, hissetmek aşk ve incelik yok!
Bizler bunları yaşayan ve bilen son nesildik.
Şimdi her birimize bu güzelliklerin yok olmaması adına görev düşüyor. Yok öyle tembellik.
Belki hiçbir şey annemizin sobayı ilk kurduğundaki henüz islenmemiş boruların verdiği sıcaklığı vermeyecek kabul. Ve hatta yaşam günden güne ağırlaşan bir sırt çantası olacak hepimize.
Ama madem ki bir dönem gülümseyerek yaşamayı bilenler olarak varız, elimizden geldiğince de bunlara tutunmalıyız ve saklamalı, aktarmalıyız.
Bu yazı da dönemin son temsilcilerinden biri olarak bizi kampanya dedektifliğine sürükleyen, istiflemeyi, israfı, hemen kaldırıp çöpe atmayı ve yenisini almayı alışkanlığa dönüştürmemizi isteyen bu düzene naçizane bir isyandır.
Hadi en sevdiğim şiiri bırakayım buraya, siz de dahalarını başka mecralarda başka insanlara ve en önemlisi de zihninizin hatıra sayfalarına…
BİR YÜZÜN DİYORUM
Yüzün diyorum bir bir bir bir,
Yüzün diyorum iyi bir gün başlıyor.
Çoktan durmuş gibi bir şeyler orda.
Saatler durmuş, sesler durmuş, savaşlar durmuş.
Ne geç kalma telaşı işçi duraklarında kadınların,
Ne bir köpek havlaması sokaklarda,
Ne de ölü bir çocuk sokulmuş fotoğraflara.
Uyanmayı beklemiş sanki bir dağ yüzyıl boyunca,
Boynunla saçların arasında.
Yüzün bu âlemmiş de sanki
Davud sana gelmiş, Musa sana, İsa sana.
Salmışsın kendini bir hamağa yatar gibi maviyede.
Gökyüzü sanki senden esinlenmiş,
Zebur senden, Tevrat senden, İncil senden.
Binlerce renge doğru koşmuş yüzün,
Bilinmez renklere, çizilmez renklere.
Yüzün adsız bir mevsimi kiralamış,
Ne zemheriler gibi soğuk,
Ne kavurgan yazlar gibi sıcak.
Bir bulut kaçmış da göğünden,
Sanki yüzüne konmuş.
Yüzün, koca bir dünyayı
Islatacak, ıslatacak, ıslatacak.
İnsan ölmek için yaratıldı korkuya inanma,
Ateşe inanma, suya, havaya inanma,
Aşk bile ölüyor aşka inanma.
Bir ceket al üstüne,
Bir geyiği düşle, bir ağacı hatırla,
İnsan düşmek için yaratıldı, kuşlara da inanma.
Sen sıkı sarıl kalbime dünya sandığın yer değil,
Sandığın yer değil en güzel yerin,
En güzel yerinde değiliz biz bu şiirin.
Yüzün diyorum bir bir bir bir,
Yüzün diyorum huysuz bir yağmur başlıyor.
Olsun, ben böyle yağmurları da severim,
Böyle yağmurlarda büyür insan,
Fırıncılar en güzel ekmekleri çıkarır.
Acısız bir selam verir,
Silinmiş sloganlar içinden duvarlar,
Duyulur en güzel vapurun sesi,
En güzel trene binilir,
Ve gidilir bir cehennemden bir cehenneme.
Ve adına yolculuk denilir.
Zaten insan bir yolculuk değil midir?
Durdur içinde büyüyen hüsran ordusunu,
Kışla bekçilerini, silah çatanları,
Silahşörleri durdur ve bekle.
İşgal edilmeli yüzün bir deniz kokusuyla,
Çocuklar uçurtma uçurmalı,
Taze çaylar demlenmeli kahvelerde,
Yüzüne taptaze bir sabah gibi bakmalıyım.
Yüzün diyorum kayboluyorum.
Bir kuş bir fili boğuyor sanki, kayboluyorum.
Yükünü boşaltıyor kızıl atlar, kayboluyorum.
Kim bulmuş ki zaten kendini kaybolduğu yerde.
Kim anlamış insanı.
Yüzün diyorum yüzünde memleket telaşı.
Binlerce yoldaşım öldürülmüş,
Binlerce çiçek büyüyor ama hâlâ
Pınar ağaçları, çınar gölgeleri büyüyor,
Büyüyor kar bakışlı bir kadın.
Susamış bir nehir yatağıyla gidiyorum ona,
Ve yüzün diyorum bir bir bir bir
Bir yüzün diyorum,
Yüzüne bir geçiş bulmalıyım.
Irmak Eriş
- sahsenem.parlak