10 Kasım – Bir Milletin Kalbinde Atan Sessizlik
Her yıl aynı an…
Saatler 09.05’i gösterdiğinde, bir sessizlik çöker ülkenin dört bir yanına.
O anda ne şehirler konuşur, ne kuşlar öter, ne de rüzgâr esmeye cesaret eder.
Sanki zaman bile başını eğer.
Siren sesleri yükselir, gözler dalar, kalpler sıkışır.
Bir millet, en derin saygı duruşuna geçer.
O an, her yaştan, her inançtan, her düşünceden insan tek bir yürek olur.
Kimse birbirine bakmaz, çünkü herkesin gözlerinde aynı yaş birikir.
Bir çocuk öğretmeninin elini sıkıca tutar,
bir yaşlı gözlerini kapatır,
bir anne içinden “Keşke görebilseydin bugünleri Paşam…” der.
Ve sonra o sessizlik yankılanır:
Bir liderin ardından geçen on yıllar bile yetmez o boşluğu doldurmaya.
Çünkü o sadece bir insan değildi;
bir milletin yeniden doğuşuydu.

Mustafa Kemal Atatürk, ardında yalnızca bir devlet değil, bir ruh bıraktı.
Yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden doğan bir milletin yeniden ayağa kalkışının adıydı o.
Ama onun yükü ağırdı — çünkü sadece savaş meydanlarında değil, zihinlerde de savaş verdi.
Atatürk, yalnızca geçmişin bir figürü değil; bugünün nabzında atan bir sestir.
O’nun fikirleri okul sıralarında, fabrikalarda, dağ köylerinde, şehirmeydanlarında yaşamaya devam ediyor.

Bir öğretmen her “Çocuklar, bugün 10 Kasım…” dediğinde,bir asker nöbet tutarken “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünü mırıldandığında,bir genç “Benim de bir hayalim var” dediğinde…
O yaşıyor.
Çünkü Atatürk, bir heykel değil, bir yaşam biçimidir.
O, aklın rehberliğinde ilerleyen bir inancın simgesidir.
O’nu anmak, sadece ağlamak değildir;
O’nu yaşatmak, her gün biraz daha çalışmak, üretmek, düşünmek ve sorgulamaktır.
O, yalnızdı…
Çünkü inandığı şey, çağının ötesindeydi.
Bir milletin kurtuluşu için kendi huzurundan, uykusundan, ömründen vazgeçti.
Yorgundu ama yılmadı.
Hasta bedenine rağmen umut dağıttı.
Bir milletin yıkıntılar arasından ayağa kalkmasını izledi —
ama kendi içinde hep bir eksiklikle, sessiz bir yalnızlıkla yaşadı.
O, alkış istemedi.
Yaptıklarının bedelini ömrüyle ödedi.
Ve sonunda, Dolmabahçe’nin duvarlarına karışan son nefesiyle birlikte,
“Beni hatırlayın” demedi…
Zaten unutulmayacağını biliyordu.
Çünkü o, bir millete nefes olmuştu.
Onun suskunluğu bile bir milletin direnişiydi.
Kimi geceler uyumadı; haritaların başında, ülkesinin geleceğini çizerken mum ışığında gözleri kızarırdı.
Kimi sabahlar kahvaltı etmeden çalışmaya koyulurdu.
Bir ülkenin kaderini yeniden yazarken, kendi ömrünü kısaltıyordu belki de.
Yorgundu ama asla vazgeçmedi.
Çünkü o, inanmıştı: “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
İşte o söz, bir milletin yüreğinde yanan ölümsüz bir meşale oldu.
1938’in o kasım sabahı Dolmabahçe Sarayı’nın pencereleri kapalıydı.
Perdelerin ardında ağır bir bekleyiş vardı.
Saat 09.05’te, bir ulusun kalbiyle birlikte o kalp de sustu.
O gün deniz ağladı,
vapur sirenleri yas tuttu,
İstanbul’un üstüne gri bir bulut çöktü.
Kimi diz çöktü, kimi ellerini semaya kaldırdı, kimi sessizce ağladı.
Ama o gidiş, bir son değildi;
bir başlangıçtı aslında.
Bir beden toprağa karıştı belki,
ama bir fikir gökyüzüne yayıldı:
Bağımsızlık. Özgürlük. Akıl. Bilim. İnsanlık.
O fikir, bir çocuğun okulda öğrendiği ilk şiirde,
bir askerin nöbet tutarken içinden geçirdiği yeminlerde,
bir öğretmenin gözlerindeki kararlılıkta yaşamaya devam etti.
Atatürk, sadece savaş kazanan bir komutan değildi. O, cehaletin üzerine yürüyen bir ışık taşıyıcısıydı. Savaştan çıkmış, yorgun, fakir bir ülkeye,
yeniden umut aşılamayı başaran bir yürekti.
Bir milletin kaderini değiştiren insan, bunu emirle, korkuyla değil; sevgiyle, inançla, akılla yaptı. Halkına “Ben sizin evladınızım” dedi —işte bu yüzden bir baba gibi sevilir hâlâ.
O, her kadında bir eşitlik umudu, her gençte bir cesaret tohumu, her çocuktaki merak duygusunda bir ışık bıraktı.
Bugün biz hâlâ o ışığın altındayız. Her “Ne mutlu Türküm diyene!” sözü,
bir yemin gibi yankılanır göklerde. Çünkü o, milletini değil, insanlığı sevdi.
Her 10 Kasım sabahı, güneş bir başka doğar.
Gözler ufka çevrilir, rüzgârın taşıdığı siren sesiyle yürekler dolar.
Okullarda, meydanlarda, evlerde aynı sessizlik yaşanır.
Bir fotoğrafın önünde duran genç,elinde solmuş bir karanfil tutar.
Belki Atatürk’ü hiç görmemiştir, ama onu hisseder.
Çünkü Atatürk, sadece bir dönemin değil,bir vicdanın, bir umudun, bir karakterin sembolüdür.
Ve bizler her 10 Kasım’da yeniden büyürüz o duygunun içinde.
Gözyaşlarımız gururla karışır.
Çünkü biz, dünyaya örnek olmuş bir liderin çocuklarıyız.
Biz, onun hayali olan Cumhuriyet’in emanetçileriyiz.
Bir milletin kaderini değiştiren o adam, şimdi milyonlarca yürekte yaşıyor.
Her 09.05’te başlarımız öne eğilir ,ama yüreklerimiz göğe kalkar.
Bugün, onu anmak için değil,onu anlamak için susuyoruz.
Çünkü Atatürk’ü anmak bir dakikalık saygı duruşu değil,
bir ömürlük sadakattir.
Her fabrika bacasında, her okul sırasındaki çocukta,her bilim insanının çalışmasında onun nefesi vardır.
Bir millet onun izinden yürüdükçe,ölüm bile ona dokunamaz.
O’nun dediği gibi:
“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır.”
Ama vücudu değil, fikri büyüdü.
Bugün, her düşüncede, her ilerlemede,her özgür adımda o var.
Bugün 10 Kasım.
Bir kez daha siren seslerinde başlarımız öne eğiliyor.
Ama bu eğiliş bir yenilgi değil; bu, saygının, minnetin ve bağlılığın sessiz selamıdır.
Bir millet, kurucusuna bu kadar içten bir sevgiyle sarılıyorsa, o millet asla ölmez.
Atatürk, toprağın altında değil, bu toprakların her zerresindedir.
Her çocuğun gözlerindeki umut, her genç kızın cesaretinde,her yaşlının duasında, her öğretmenin kaleminde…
O vardır.
Ve biz biliriz ki,
O’nun bıraktığı emanete sahip çıkan her yürek, bir parça Atatürk’tür.
Her 10 Kasım, bir yas değil; bir diriliştir.
Bir kez daha söz veriyoruz:
Seni unutmadık, unutmayacağız. Çünkü sen bizim içimizde,
her nefeste, her 09.05’te yeniden doğuyorsun…
Emanetin emanetimizdir, Atam.
Sen rahat uyu; biz buradayız,
Cumhuriyetin nöbetindeyiz.
- kaanhocakocluk






